top of page
  • Yazarın fotoğrafıEbrar Türksayar

BİLİMSEL PERSPEKTİFTEN YARATICI BİR FİKRİN SIRRI


 

Geleceği Simüle Edebilme Becerisi


Gelecek kavramını algılayabilen tek canlı türü insandır. Bu sayede akşama ne yiyeceğimizi ya da yarın ne giyeceğimizi düşünebiliriz. Hayatımız boyunca sürekli kaba tahminlerde bulunarak zihnimizde gelecek hakkında modeller oluştururuz. Harvard Üniversitesi'nden Psikoloji Profesörü Daniel Gilbert (2020) bu becerimiz hakkında şunu söylemektedir: “İnsan beyninin en büyük başarısı, gerçek dünyada var olmayan nesneleri ve olayları hayal edebilmektir ki insanın geleceği düşünmesine olanak tanıyan yetenek de işte budur.”

Henüz çocukken gelecekle ilgili varsayımlar üretmeye başlarız. Çocuk gelişimi alanında yaptığı çalışmalarla bilinmekte olan İsviçreli psikolog Piaget’nin bilişsel gelişim kuramında bahsettiği “sembolik oyun” kavramında çocuklar “-mış gibi“ yaparak yeni olasılıklar kurgularlar. Bir sandalye arabaya, bir sopa ise ata dönüşebilir. Belki bir tarağı mikrofon olarak kullanıp şarkı söyleyerek bunu biz yetişkinlerde yaparız. Eğer bir şarkıcı olsaydık nasıl davranacağımızı simüle ederiz.

Fritz Heider ve Marianne Simmel tarafından 1944 yılında yapılan bir deneyde hazırlanmış olan bir kısa film bir gruba izletilmiş ve gruptaki insanlardan ne gördüklerini yorumlamaları istenmiştir. İnsanlar Heider&Simmel animasyonunda (Youtube, 2010) rastgele hareket eden geometrik şekiller yerine bir kovalamaca, tartışma, aşk gibi detaylar içeren bir olay örgüsü gördüklerini belirtmişlerdir. Bu durumun sebebi yine insan beyninin gördüğü her durumla ilgili bir gelecek simülasyonu oluşturmasıdır.

 

Beynimiz Neden Geleceği Kurgular?


Hareket etmek ve beyin gücü kullanabilmek için enerjiye ihtiyaç duyarız. Doğru tahminlerde bulunduğumuz zaman bu enerjiden tasarruf sağlamış oluruz. Tahminlerimiz ne kadar isabetliyse kullanacağımız enerji o kadar az olur. Yani geleceği kurgulayabilme becerimiz enerjiyi ekonomik kullanabilmemizi sağlar. Beynimizin dünyayı öngörülebilir kılmak için harcadığı çaba eylemlerimizi daha verimli kılar. Eylemlerimizi gerçekleştirmeden önce zihnimizde test ederiz. Bu sayede, 20. Yüzyılın en önemli düşünürlerinden Karl Popper’ın (1985) deyişiyle “Bizim yerimize varsayımlarımız yok olur.” Bu açıdan geleceği simüle etme becerisi bizim güvende olmamızı sağlar ve hayatta kalma açısından bir avantajdır. Günümüzün öncü mucitlerinden birisi olan Ray Kurzweil’e (2015) göre beynimizin var oluşunun en temel sebebi geleceği tahmin etmektir.

 

Beyin Yenilik Arar


İnsan beyni bir öngörü makinesi gibi işlemektedir. Öngörülebilirlik oldukça işlevsel olmasına rağmen kusursuz öngörülebilirlik bizim için sıkıcı olacaktır. Tamamen öngörebildiğimiz şeyleri artık görmezden gelmeye başlarız. Aşinalık ilgisizliği beraberinde getirir. Bir şeye alışınca onu her gördüğümüzde gittikçe daha az tepki vermeye başlarız. Bu olguya tekrar baskılaması (repetition suppression) adı verilmektedir. Beyin güncelleme yapmaya ve yeniliğe ihtiyaç duyar. Eğer böyle olmasaydı mükemmel bir çözüm bulup nihai bir karara sadık kalabilirdik. Hep aynı kıyafeti giyebilir, her gün aynı filmi izleyebilirdik. Ancak bu bizim için tatmin edici değildir çünkü beynimizin yeniliğe gereksinimi vardır. Yenilik beklentisi geleceğe dair umut besleyebilmemizi ve olumlu bakabilmemizi sağlar. Hep aynı günü yaşamak yerine yarının daha güzel olmasını bekleriz. Aynı günü yaşayacağımızı bilseydik bu öngörü bizim olumsuz düşünmemize sebep olur ve eylemlerimiz açısından demotive edici bir unsur olarak yaşam savaşında bizi güçsüz kılardı. Ayrıca beynimizin yenilik beklentisi umulmadık olumsuz sonuçlarla karşılaşma ihtimaline yönelik bizleri uyanık tutacağından bize güven sağlamaktadır. Yeniliğe, heyecana ve sürprize ihtiyaç duymamıza karşın bunların fazlası da aklımızı karıştırır. Ne her günün aynı olmasını ne de karşımıza her saniye bir sürpriz çıkmasını isteriz.

Davranışçı öğrenme psikolojisinde tanımlanan pekiştireç tarifelerinden sönmeye en dirençli olan tarifenin değişken oranlı pekiştireç olmasının sebebi gelişigüzel bir şekilde öngörülemeyen zamanlarda verilen ödüllerin, düzenli ve öngörülebilir aralıklarla verilen ödüllerden çok daha etkili olmasıdır. Beynin ödül sisteminde yer alan nörotransmitterler de şaşırtıcı unsurun düzeyine bağlıdır. Beklenmedik olaylar bu nörotransmitter düzeylerini değiştirerek duygusal etkiyi arttırır. Bunun sebebi olayların nadir ve alışılmadık olmasıdır.

 

Mizahın ve Korkunun Doğası


Bir sürpriz karşısında olayı anlamlandırmak ya da rasyonelleştirmek için bunun üzerine ısrarla düşünmeye devam ederiz. Ancak bir açıklama bulmak ya da alışmak, yani durumun artık öngörülebilir olması duygusal etkiyi azaltır. Bir illüzyon gösterisinin arkasında yatan hileyi öğrenmek numaraların bütün cazibesini yitirmesine neden olur. Defalarca duyduğumuz bir fıkra bu yüzden bizi güldürmez. Mizahın özü aslında beklentilere ters düşüldüğünde ortaya çıkmasıdır. Can alıcı olan son cümle beklediğimizden tamamen farklı olunca kahkahalara boğuluruz. Fıkranın devamını öngörmeye çalışan beynimizin dengesi şaşırtıcı bir unsurla bozulur. Korkunun doğası da mizahınkine benzer. Exorcist filminde şeytanın göründüğü sahne değil Linda Blair’in kafasını tamamen arkaya çevirdiği sahne salonu çığlıklara boğmuştur. Aşina olunanın çarpıtılması korkuyu oluşturur. Özetle aşinalık ve yenilik arasındaki gerilim olayların duygusal etkilerini açıklar ve komedyenler veya Hollywood bu durumdan yararlanmaktadır.

 

Aşinalık ve Yenilik Arasındaki Denge


Beynimiz önceden edindiğimiz bilgilerden yararlanmak ve yeni olasılıklar keşfetmek arasında denge kurmak için çabalar ve yaratıcılık bu ikisi arasındaki denge bulma sürecinde var olur. Fazla öngörülebilir durumları görmezden gelirken bütünüyle yeni olan bir şeyin kafa karıştırıcı olması arasındaki çizgide ideali bulmaya çalışmak belki de bize yaratıcılıkla ilgili ipuçları verebilir.

Skemorfik tasarımların öncüllerini örnek almasına rağmen geçirmiş olduğu dönüşüm bu tasarımların yeninin vurgusunu aşina olduklarımızın etkisi ile azaltmasıdır. Bir teknolojiden diğerine geçerken bu teknolojinin geçmişi ile göbek bağı sürmektedir. Akıllı telefonlarımızda bu skemorfik tasarımların onlarca örneğini görebiliriz. Birini aramak için bir telefon ahizesi ikonuna dokunmamız, fotoğraf çekerken deklanşör sesi duymamız ve online alışveriş sitelerinde seçtiğimiz ürünleri süpermarket sepetine atıyor olmamız bu tasarımlara örnektir. Bu bağlantılar geçmiş ve gelecek arasındaki geçişi yumuşatmaktadır. Bu geçiş arasındaki dengeyi bulabilmek için Loewy’nin MAYA prensibi ismini verdiği yaklaşımı inceleyebiliriz.

 

MAYA (Most Advenced Yet Acceptable) Prensibi


Endüstriyel tasarımın babası olarak bilinen Raymond Loewy bir tasarım yaratma sürecinde aşina olduğumuz şu anki bilgilerimiz ve yenilikçi gelecek arasında bir denge olmasının gerekli olduğunu düşünmektedir. Loewy’nin “Kabul Edilebilecek Düzeyde En Gelişmiş”in kısaltması olan MAYA prensibi adını verdiği yaklaşıma göre gelecek için tasarım yaparken yeniliğin bu tasarımın içine aşamalı olarak katılması gerekir. Skemorfik tasarımlarda bunun örneklerini inceleyebiliriz. Apple’ın tasarladığı saatlerde ki ”Digital Crown (Ana Ekran Düğmesi)” parçası hakkında New Yorker ile yapılmış bir söyleşide Jonathan Ive, bu parçanın “garip bir aşinalık” duygusu uyandırmak amacıyla orta hattan biraz daha yukarı yerleştirilmiş olduğunu belirtmiştir.

Tam ortada yer alsaydı mekanik saatlerdeki orijinal işlevini (yayları kurmak) yerine getirmesi beklenebilirdi. Ancak bu düğme olmasaydı tasarım tam anlamıyla saate benzemeyecekti. MAYA prensibinin bu tasarımda uygulandığını ve aşinalık ile yenilik arasındaki dengenin başarılı bir şekilde kurulduğunu görebiliriz.

MAYA prensibi sadece tasarımlar için kullanılan bir yaklaşım değildir. Varoluşçu filozof Kierkegaard’a göre yeni bir beceriyi öğretebilmek için öncelikle bireyin mevcut bilgi ve becerilerini göze almamız gerekir. Bireyin hazırbulunuşluğu ona yeni bir beceri öğretmeden önce onun için nelerin kabul edilebilir olduğunu anlamamızı sağlar. Eğitimde kullanılan “Bilinenden Bilinmeyene” ilkesi bunu esas almaktadır. Ünlü Rus psikoloji kuramcısı Vygotsky’nin ZPD olarak kısaltılan “Yakınsak Gelişim Alanı (Zone of Proximal Development)” yaklaşımını incelemek yeni becerilerin öğrenilmesi için nasıl bir denge kurabileceğimiz hakkında bize fikir verebilir. ZPD yaklaşımı bir çocuğun yeni beceriler öğrenirken kademeli olarak aldığı yardımlarla bağımsız becerileri geliştirebileceğini belirtir. ZPD’nin alt sınırı bağımsız olarak edinilen maksimum beceri seviyesidir. Mevcut becerileri bize göstermektedir.ZPD’nin üst sınırı ise bir eğitmen ya da kılavuz yardımı ile öğrenilebilecek becerilerdir.

Yeni bir beceri öğrenme aşamalı adımlarla gerçekleşebilir. Yani hedeflememiz gereken bir sonraki ulaşabileceğimiz gelişim bölgesidir. Bir çocuğun harfleri öğrenmeden heceleyebilmesini bekleyemeyiz.

 

Bir Fikri Başarılı Yapan Nedir?


İnsan beyni geleceği öngörmeye çalışarak bizi güvende tutarken bu öngörünün içinde yenilik bekleyerek kendisini güncellemek ister. Aşinalık ve yenilik arasında kurulacak hassas denge bir fikrin ne kadar başarılı olacağını belirleyebilir. Yaratıcı bir fikrin sırrı yadırganmayacak kadar aykırı olan bir yeniliğe bir miktar tanıdık buldukları için insanları rahatlatacak bir geleneksellik katmak olabilir.

Ne kadar mantıklı olsa da veya gereksinimleri karşılayan tüm çözümlere sahip olsa da insanlar bir durumu kabul etmeye her zaman hazır değildir. Kuantum teorisinin temellerini oluşturmaya katkıda bulunan fizikçi Max Planck şöyle demiştir: “Yeni bir bilimsel gerçek, karşıtlarını ikna edip onların ışığı görmesini sağlamakla zafer kazanmaz. Daha ziyade, bu karşıtlar nihayetinde ölürler ve yeni nesiller bu gerçeklere alışık olarak büyür.”

Bir akademisyen, bir senarist ya da bir girişimci, kim olursa olsun, ortaya çıkardığı fikrin, eserin veya ürünün muhteşemliği aşikâr olsa bile bir pazarlamaya ihtiyacı vardır. Tanıtımı kötü ama harika bir fikirle muhteşem bir pazarlama faaliyeti yürütülmüş olan ortalama bir fikir arasındaki fark iflas ve başarı arasında ki derin uçurum kadar olabilir. Yeni olan bir fikri tanıtırken insanların kolay benimseyebilmesi için biraz klişecilik gereklidir. Optimum yeniliğe bu sayede ulaşabiliriz. Aslında püf nokta hedef kitlenin sürpriz unsurunun ardındaki aşinalığı görebilmesi için yeni fikir ile eski olan fikri ince bir ayarla harmanlayabilmektir.

 

KAYNAKÇA

Eagleman, David. Brandt, Anthony. Yaratıcı Tür-Fikirler Dünyayı Nasıl Yeniden Yaratıyor. çev. Zeynep Arık Tozar. İstanbul. Bkz Yayıncılık. 2019.

Gilbert, Daniel. Mutluluk Beyinde Başlar. çev. Filiz Polat, Asiye Hekimoğlu. İstanbul. Ketebe Yayınları. 2. Baskı. 2020.

Interaction Design Foundation. “The MAYA Principle: Design for the Future, but Balance it with Your Users’ Present”. Erişim: 01 Şubat 2023. https://www.interaction-design.org/literature/article/design-for-the-future-but-balance-it-with-your-users-present

Kaku, Micho. Zihnin Geleceği. çev. Emre Kumral. Ankara. Odtü Geliştirme Vakfı Yayıncılık. 2. Baskı. 2015.

Kenjirou. (2010). Heider and Simmel (1944) animation [Video]. Youtube. https://www.youtube.com/watch?v=VTNmLt7QX8E

Kurzweil, Ray. Bir Zihin Yaratmak İnsan Düşüncesinin Esrarı. çev. Dilara Gostolüpçe. İstanbul. 1. Baskı. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. 2015.

Ömür Doğan. “Beyin Neden Yenilik Arar?”. Erişim: 01 Şubat 2023. https://omurdogan.com/yaz%C4%B1lar%2Fblog/f/beyin-neden-yenilik-arar

Planck, M. (1949). Scientific Autobiography and Other Papers. Philosophical Library. Wisconsin.

Popper, K. (1985) “Evolutionary Epistemology”, Popper Selections. Ed. David Miller. Princeton University Press. Princeton-New Jersey s. 78-79.

Thompson, Derek. Hit makers : dikkat dağınıklığı çağında popülerlik bilimi. çev. Taner Olçum. İstanbul. The Kitap. 1. Baskı. 2017.

 



164 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page